1980'li yıllardı... Genel Müdürlükte çalıştığımız zamanlar...
Ailecek, Ankara’ya bağlı Sincan ilçesinin, merkez diyebileceğimiz bir mahallesinde, kiraladığımız bir dairede oturuyorduk.
Hafta sonları boş bir zaman bulduğumda, kahveye gidip tavla oynardım. Tavla oynarken kafam sorunlardan sıyrılır, keyifli ve heyecanlı bir dünyanın insanı oluverirdim.
Takıldığım kahvehane, Sincan çevresinden gelen köylülerle dolu olurdu. Köylülerle sohbet etmek, şimdi de olduğu gibi pek hoşuma giderdi.
Sincan'a çok yakın diyebileceğimiz bir uzaklıkta Cimşit köyü vardır.
Takıldığım bu kahvehaneye gelenler, çoğunluk o köyden gelenlerdendi. Hemen hemen hepsiyle tanışıp, birbirimizle arkadaş olmuştuk…
Saf kalpli insanlardı. Anneden, babadan, atalarından ne gördülerse, ne duydularsa aynısını yaparak geçimlerini sağlamaya çalışırlardı. İşleri güçleri toprakla, hayvanlarla uğraşmaktı.
Köye girdiğinizde, hayvan gübresi kokusunun diğerlerini bastırdığını hemen fark ederdiniz... Karasinekler de pek çoktu. Ayran ikram ettiklerinde içmesi çok zordu. Sineklerin her biri sanki Japon pilotların ikinci Dünya Savaşında, hayatlarını hiçe sayarak hedeflerinin üzerine 'pike' yaptıkları kamikaze savaşçıları gibiydi... Bir elinizle bardağın ağzını kapatmazsanız, işiniz kötüydü... Bir bakmışsınız, cup! bir tanesi içinde...
Zaman zaman kahvehaneden kalkar, benim arabaya biner, köye gidip dolaşır, sohbet ederdik... Köylülerle sohbet etmeyi kanım çekerdi... Biraz meraklı bir tip olduğumdan mıdır nedir, dikkatimi çeken her şeyleri sorardım...
Köylerinde bir komiserin arkadaşları olarak gezmesi, onların da pek hoşuna giderdi.
İNEKLERDEN MEMNUN DEĞİLİZ!
Yine bir gün köyün içinde dolaşırken, birlikte dolaştığımız köylülerden Ali dayının ahırının önündeki yeşil alana çıkmış inekleri gördüm. İnekler; hem iri, hem de süt göğüsleri bizim çocukken beslediğimiz ineklere göre çok çok büyüktü...
Üstelik renkleri sarı veya siyah değil, siyah renk üzerine beyaz puntoluydular.
"Maşallah, ne biçim inek bunlar böyle be Ali dayı?" dedim. "Biz de inek besledik ama hem bunlardan daha cılızdı, hem de memeleri bunların yarısının yarısı kadar bile yoktu!"
Bizim beslediğimiz yerli ırk inekler, sabah ve akşam sağımında toplam 5-6 kilo süt ancak verirlerdi.
İneklerin sahibi Ali dayı, keyifsiz bir şekilde;
"Bizim köyde, bu ineklerden gördüğün gibi herkesler de var. Ama biz hiç memnun değiliz, Bunlar Hollanda'dan alındı. Holştayn cinsi diyorlar,” dedi.
Çaresiz insanlar gibi gözlerime bakarak;
“Her birine epeyce yüklü paralar yatırdık da… İyi bir kazık yediğimizi sonradan anladık!" dedi.
Konuşmaları ve vücut dilinden, hoşnutsuz oldukları belli oluyordu.
Şaşırdım; ineklerde et de , süt depolayan göğüsleri de mükemmel görünüyorlardı. Ah böyle ineklerden biri de benim anamın ellerinde olacaktı da…
"Nasıl yani, niye kazıklandınız ki?" diye sordum.
“Komiserim ne sen sor, ne de ben cevap vereyim,” dedi.
“Hele sen bi anlat da, nasıl oluyormuş biz de bi bilelim,” dedim şaşırarak.
İneklerde süt desen süt, et desen et var! Bunlardan iyisi Şam’da kayısı…
"Günlük 45 kilo süt alırsınız deyip bize övdüler, biz de inandık, paraları saydık, aldık," dedi.
"Vermiyorlar mı?" diye sordum "Bir de gâvurlar için (yalan söylemez) derler..."
"İlk aldığımızda veriyorlardı," dedi.
"Eeee?"
"Sonra düşmeye başladı, şimdi 20-25 kilo ancak alabiliyoruz!.."
Aklımdan, ülkeler arasındaki iklim şartlarının değişkenliği geçti. Acaba bizim Anadolu'nun iklimi ile Hollanda'nın iklimi farklıydı da, bu süt verimindeki düşüklük, oradan mı ileri gelmişti?
"Hava şartlarının farklı olmasından mı acaba Ali dayı?" diye sordum.
"Yok komiserim. Araştırdık, öyle bir şey yokmuş!" dedi.
"Eee, ilk aldığınızda 45 kilo süt veriyormuş! Neden yarı yarıya düştü o zaman?"
"Bize dediler ki; hayvan başına, günlük 25 kilo süt parasıyla yem alıp, bu hayvanlara her gün yedireceksiniz!.."
Bizim üretip sattığımız yemler, acaba kalitesiz mi, diye düşündüm. Bizim memlekette olmaz diye bir şey olmaz ki!
"Ne yaptınız ya? Diye sordum.
"Dedim ya, bizi kazıkladılar. Yapacak bir şey yok," dedi.
Merakım iyice artmıştı.
"Siz hayvan başı günlük 25 kilo süt parasına bu hayvanlara yem olarak veriyor musunuz?"
Gözlerini pörtletti, koca koca açtı, "Sen nerede yaşıyorsun!" der gibilerinden baktı, iki elini yanlara açarak;
"Deli misin sen komiserim! Biz evimizdeki horantaya günde 25 lira masraf yapmıyoruz!" dedi.
"Geriye ne kalıyor o zaman?" diye geçirdim içimden.
"Ne kadarlık yem veriyorsunuz?"
Muhakkak bir nedeni olmalıydı...
"Hayvan başı 8-10 liralık! O kadar yem verirken bile içimizin yağları eriyor, görmüyon mu, bi deri bi kemik kaldık” dedi.
Kafasındaki kasketin altına elini sokarak, saçlarını kaşıdı;
“Gün geçtikçe sütleri düşmeye devam edecek gibi görünüyor." Diye de söylendi.
Sağ ayağını yere sürttü, sağ elinin işaret parmağını kulağına sokarak kurcalarken, belli belirsiz mırıldandı;
"Gâvurlar bizi kazıkladılar..."
NE EKERSEN ONU BİÇERSİN!
'Bilgi en büyük güçtür'. demişler...
'Cahil kaldın mı, ayağına kurşun sıkanın, kendin olduğunu bile anlayamazsın!' demişler...
İşin doğrusu, bir kazıklanma vardı da…
Kazıklanan Köylüler miydi? Yoksa İnekler miydi? Benim gibilerin bunu anlaması oldukça zordu...
Kafamı allak bullak etmişlerdi. Bir daha onlarla hiç inek mevzusunu açmadım... Artık ne yaptılarsa...
Ne de olsa Nasrettin Hocanın torunlarıydık. O da eşeğinin yemini her gün bir avuç azaltarak, “Acaba yemsiz yaşamaya alıştırabilir miyim? Diye heveslenmiş, uygulamaya başlamış. Bir gün ahıra girince bakmış eşek nalları havaya dikmiş… Hoca tabii ki üzülmüş, “Tam da yemeden yaşamaya alıştırmıştım keratayı, yazık oldu yiğidime, tam da ölecek zamanı buldu...”
Eeee, elbette torunları olarak dedelerimize çekecektik; ne gördük, ne duyduysak öyle yapacaktık, başka türlüsü mümkün müydü?
Belki bu kaderi değiştirebilirdik ama bunun için de eğitimimize bakmalıydık... Galiba gözümüzden kaçan buydu... Eğitim sistemimizin, bizim geleceğimizi belirlediğinin farkında mıydık acaba?